Halime Kökçe-Zeynep Direk ile Röportaj (Star Gazetesi, Açık Görüş, 2007)

Önce şuna bir açıklık getirelim. Batıda felsefeci diye bir kavram yok. Filozof diyorlar. Biz ise felsefeci ve filozof ayrımı yapıyoruz.

Evet batı dillerinin hiçbirinde böyle bir ayrım yok. Fransızcada filozof felsefeyle uğraşan herkese denir. İngilizcede de yok Almancada da öyle. Daha öğrenciyken de filozoftur yani.

Fakat eski Yunancaya, Platon’un metinlerine baktığımızda philosophos aslında bilgelik yolunda olan genç kişidir. Yani philein sevmek, dostluk etmek demek sofia da bilgelik demek. Amaç bilge olmaktır yani. Filozof bu yola çıkmış kişidir.

Yalnızca düşünsel bir iş değil o halde, öyle değil mi?

Evet değil. Aynı zamanda duygusal bir faaliyet. Gönül işi de diyebiliriz. Erotik bir boyutu, sevgi boyutu olan bir maceradır. Şimdi Türkçede biz filozof dediğimiz zaman, herkes, düşünceleri evrensel anlamda kabul görmüş, kitapları birçok ülkede okunan, dünya sahnesinde söz söyleyen insanı kastediyoruz. Felsefeci de felsefeyle gene gayet haysiyetli bir şekilde uğraşan, filozofların düşüncelerini şerh eden, kendisi de üstüne bir şeyler koymaya çalışan alçak gönüllü insana deniliyor.

Yani siz…

Ben felsefeciyim diyorum. Büyük iddiaları olmayan ama bu geleneğin içinde soluk alıp veren, işin emekçisi, işçisi manasında kullanıyoruz felsefeciyi. Nasıl ortaya çıktığını bilmiyorum ama ben seviyorum bu ayrımı.

Felsefe kadim dönemden bu yana çoğunlukla erkeklerin uğraş alanı olageldi. En bildiğimiz filozofların metinlerinde kadını hor gören bir yaklaşım var. Nedir bunun sebebi?

 

Felsefe geleneği ataerkil bir gelenek. Mesela Platon’u ele alalım gene. Onun diyaloglarında kadınlar konuşmaz, konuşan kadın yoktur.

 

Antik Yunan’da kadınlar yurttaş da değil çünkü. Konuşmak için ise kamusal alana çıkabilmek gerek öyle değil mi?

Evet, amaSokrates’in bilgesi de bir kadındır. Diotima mesela Şölen diyalogunda ortaya çıkar, tanrısal bir boyutu vardır ve konuşur. Gerçek bir kadın değildir o da. Filozoflar kadını kurgulamışlar.  Kadın sadece bir rahim, taşıyıcı bir yer, bir mekân olarak kurgulanmış. Platon’un Timaeos diyalogunda bütün oluşun mekanı olan dişi khora bir tür rahime benzer. 20 yy’ın kadın filozofları ise eski felsefe metinlerine geri dönüyorlar ve kadının nasıl kurgulandığına bakıyorlar. Nasıl hiç konuşturulmadığını, bir bakıma ötekileştirildiğini ortaya koyuyorlar. Kadınlar felsefeye doğaları gereği uzak değiller.

Geleneği ters yüz eden filozoflarda bile, Nietzsche mesela, kadın bir özne olarak yer bulmuyor.

Çağdaş filozofların bazıları Nietzsche’de kadın meselesini tartıştıkları zaman bütün bu kadını aşağılayıcı söylemin yanı sıra Nietzsche’nin kadınsı sesini, kendisinin dişileşmesini öne çıkardılar.  Böylece Nietzsche’nin kadın olanı dışladığı söylenemez hale geldi. Mesela Derrida Éperon adlı kitabında tamamen bu meseleyi konu eder. “Kadına gideceksen kırbacını da yanında götür, sakın unutma falan” diyen bir Nietzsche vardır ama bir de kendisi kadınsı olan bir Nietzsche var. Bir yandan cinsiyetçi bir söylem var ama öte yandan kandınsı izlekler , sesler var. Yani saf bir erkeklik olmadığı gibi saf bir kadınlık da yok.

Bu, Nietzsche’yi cinsiyetçi olmaktan kurtarır mı?

 

Kurtarmaz belki ama meselenin çok daha karmaşık olduğunu gösteriyor. Dişi ses! Bir erkek filozofun kadın gibi düşünmesi ne anlama gelir? Bir kadın filozofun erkek gibi düşünmesi ne anlama gelir? Cinsiyet farklılığı mı daha önemlidir yoksa varlığın anlamı mı? Örneğin Luce Irigaray Heidegger’e bu soruyu sorar. Heidegger için varlığın anlamı sorusudur birincil olan Luce Irigaray için ise cinsiyet farklılığı. Bunlar çağdaş felsefenin meseleleridir.

 

Kadim felsefe ontolojik anlamda evrensel bir hiyerarşi olduğunu ön kabulünden hareket ediyor. Kadın ve erkek arasında da ontolojik bir hiyerarşi var mı?

Çağdaş feminist felsefe böyle bakmıyor. Tam da aslında bu hiyerarşinin kendisini sorgulayan yeni bir ontolojinin yeni bir cinsiyet farklılığı etiğinin peşinde diyebiliriz. Feminizmin yaptığı şey sanki kadın ve erkek arasındaki hiyerarşi tersine çevirmekmiş gibi düşünülüyor ama feminizmin derdi bu değil. Bu hiyerarşinin kendisini dönüştürmek, rahatsız etmek. Yani erkekleri kadınlara tabi hale getirmek değil. Tabi olma durumunu ortadan kaldırmak. Ontolojik bir farklılık var ama bu farklılık hiyerarşik olmak zorunda değil. Tabi olma ilişkisine yol açmak zorunda değil. Yani bu yaklaşım cinsiyet farklılığını reddetmiyor.  Doğurganlık mesela. Bir kadın doğurmamayı tercih edebilir, doğuramıyor da olabilir

ama doğurganlık kadına has bir tecrübedir. Cinsiyet farklılığını hesaba katmayan bir eşitlik anlayışı manasızdır.

Biraz da kadın filozoflardan konuşalım. Tarihin hangi evresinde sahneye çıkmış ve söz söylemeye başlamışlar ve neyi değiştirmişler?

Aslına bakarsan kadınlar modern çağda ve hatta antik çağda da felsefenin muhatapları olmuşlar. Yani filozofları sorgulamışlar. Bu çok önemli. Mesela Kant’ın mektuplaştığı, Descartes’in mektuplaştığı kadınlar var. Bunlar soru soran kadınlar. Aristokrat kadınlar genelde, bazıları prenses. Bu filozoflar kendi düşüncelerini bu kadınlara anlatmışlar hatta onlardan akıl sormuşlar. Zaman zaman bu kadınlar karşısında yetersizliklerini de tecrübe etmişler, düşüncelerinin sınırlarını görmüşler. Bu kadınlara belki filozof diyemeyiz ama felsefenin hakiki muhataplarıdır bunlar. Mesela Nietzsche için Lou Andreas Salome var. Hem sanatı hem düşünceyi, evine, salonuna buyur eden bir kadın. Bu kadının mekânında müzik, şiir ve felsefe birbirine dokunuyor. Ve tabii Nietzsche’nin de aşık olduğu bir kadın o. Aynı şekilde Freud kadın hastalarından çok şey öğreniyor. Yani kendi kadınsı tarafıyla, kendi histerik tarafıyla da temas ediyor. Bella Habip benim derlediğim Cinsiyetli Olmak: Sosyal Bilimlere Feminist Bakışlar adlı kitapta bundan bahseder. Kadınlar yalnızca felsefenin değil psikanalizin de oluşumunda çok büyük katkıda bulunmuşlar.

Eski Yunan’da gerçek kadınların olmadığını söylediniz. Orada da bilge kadınlar var. Felsefe de zaten bilgelik yolu. Sanki kadınlar felsefede çok merkezi bir yerdeler ama yine de konuşmuyorlar, konuşturulmuyorlar ancak filozoflarımız onlarla konuşuyor.

Evet bir şekilde üstü örtülmüş kadınların. Eski Yunan’da kadın şairler var Bilitis gibi. Mutlaka düşünen kadınlar da vardır. Örneğin tasavvufta var böyle kadınlar. Rabia var mesela, İbn-i Arabi’nin hocası da bir kadındır. İslam geleneğinde kadınlar bilge ve el veren konumunda çıkıyorlar karşımıza. Batı’da 20. yy’la geldiğimiz zaman kadın filozoflarla karşılaşıyoruz.

Nihayet!

Bence ilk önemli filozof Simon de Beauvoir. Bu sene doğumunun 100. yılı olduğu için Fransa’da Simon’dan çok bahsediliyor. Bence çok önemli bir düşünür fakat o da Sartre’ın gölgesi altında kalmış. İkinci Cinsiyet adlı kitabı feminizm için çok önemli bir kitap. Hannah Arendt siyaset felsefesinde aşılamamış bir kadın filozoftur.  Örneğin fenomenolojide Husserl’in asistanı olan kadın bir düşünür var Idit Stein. Feminizm üzerinden gidersek Luce Irigaray, Julia Kristeva, Judith Butler, Helene Cixous, Seyla Benhabib ve daha bir çok kadın filozof sayılabilir.

Feminist düşünce 20. yy’da kadınları felsefeye yaklaştıran bir itici güç olmuş. Bu kadını hapseden bir şey değil mi aynı zamanda?

 

Ben bunu yadırgamıyorum çünkü ister istemez düşünce kendi olumsallığını, yani nerden çıktıysa, ayaklarını nereye bastıysa, nasıl bir varoluşa sahipse onu, kaale almalıdır. Kendini içinde bulduğu koşulla ve durumla hesaplaşmalıdır. Onu izlekleştirmelidir. Ama bu bir kadın filozofun sadece kandın olma durumunu düşüneceği anlamına gelmez. Örneğin işte Judith Butler feminist bir düşünürdür, toplumsal cinsiyet meselesini tartışmıştır, ama Kırılgan Hayat 11 Eylül olayı üstüne bir kitaptır ve bu yeni siyasi durumu felsefi olarak düşünmenin yollarını arar.

KUTU:::::::::KUTU:::::::

Siyasette kadının dili yok

Kadın ve felsefe başlığından daha sorunlu bir başlık daha var. Kadın ve siyaset. Gelmiş geçmiş ve var olanlarla beraber toplam 68 kadın devlet başkanı ve başbakan olmuş. Erkeklerle oranlamak dahi imkânsız. Kadının iktidarla ilişkisi neden daha da sorunlu ve kadınlar neden kadın olarak var olamıyorlar bu dünyada?

Condaliza Rice, Hillary Clinton, Merkel, Teacher… Kadınların bir iktidar mekanına, böyle bir ilişkiler ağına girdiklerinde, kadın olarak var oluşlarını büyük ölçüde terk ettikleri, kendilerini erkek iktidara ispat etmek için erkekleştikleri feminizmin de çok tartıştığı bir şey. Ama şöyle deniyor, bu kadar az kadın olduğu sürece bu kaçınılmaz. Ancak kadın sayısı fazlalaştığı zaman kadın olarak bir iktidar mevkiini işgal etmenin ne demek olduğunu görebileceğiz.

Daha da şedit bir figür olmadan var olunmuyor mu o alanda? 

Kadınlar kendilerini ispatlamak zorunda hissediyorlar. Bir erkeğe tercih edilebilmek için o erkekten daha da şedit olmak gerek diye düşünüyorlar. Tansu Çiller varken Güneydoğu’da baskı çok daha yoğundu. Condaliza Rice’ın Irak’ın işgalinde oynadığı rolü hepimiz seyrediyoruz. Bunların hepsi şahin kadınlardır ve öyle oldukları için, öyle oldukları sürece o mevkilerdedirler. Ya da sivil toplumdan belli bir baskı olduğu için daha çok kadın giriyor Meclis’e ama kaale alınmıyorlar. Bir tür vitrin gibi duruyorlar. Bakanlar kurulunda bir tek bakan var, o da oradaki erkeklerle polemik içine girebilecek bir konumda değil. Kadınsı bir üslubun siyasette var olabilmesi için öncelikle siyasetin, iktidarın dönüşmesi gerek.

*****************************************************************

Böyle bir ihtimal var mı peki?

Var tabii ki? Kadınlar 20. yy’da kamusal hayata çıktılar. 21. yy’da ne olacağını bilmiyoruz. Ben bir devlet üniversitesinde çalışıyorum, öğretim üyelerinin en az yüzde 60’ı kadın. Öğrenciler olarak da öğretim kadrosu olarak da kadınlar çoğunlukta. Bütün üniversitelerde kadınlar lehine bu oran. Mühendislik fakültelerinde belki yüzde 50 kadın ama hukuk gibi, idari bilimler gibi, edebiyat gibi fakültelerde kız öğrenci sayısı erkek öğrenci sayısından çok daha fazla. Erkekler artık parmakla sayılacak durumdalar. Galatasaray üniversitesi bir kadın üniversitesi oldu. Çünkü kız çocukları çok çalışıyorlar, çok başarılılar. Erkekler artık kadınlarla rekabet güçlerini yitiriyorlar. Dolayısıyla bundan elli, yüz sene sonra Türkiye’nin ve dünyanın durumu ne olacak, bunu görmek lazım. Sınıfımda belki yirmi öğrenci var, ama sadece ikisi erkek. 21. yy’da kadın filozoflar da artacak.

Kadın egemen bir toplum olmaya doğru mu gidiyoruz?

Pek çok sektörde kadın çalışan sayısı erkek çalışan sayısından daha fazla. Üniversiteler daha çok kadın mezun ediyor ve kadınlar kendini ispat etmek için gerçekten çok çalışıyorlar. Müthiş bir performansları var. Çok hırslı, çok mücadeleci ve çok çalışkanlar. Erkekler ise henüz bunun farkında değiller ve nasılsa iktidar sırası bana da gelir güveni içindeler. Bilinçaltı rehaveti yani. Ama durum artık böyle olmayabilir.

O halde 21. yy kadın yüzyılı olacak.

21. YY kadın yüzyılı olacak ama umarım kadınların egemen olduğu bir yüzyıl olmaz. Çünkü egemenlik tahakküm olduğunda hep beraber özgürleşemeyiz. Erkeklerin de özgürleşmeye ihtiyacı var üstelik. Sonuçta ataerkil düzen erkekleri de sınırlıyor, onları da bir takım kalıplara hapsediyor. Yani özgürleşeceksek hep beraber özgürleşelim. Tansu Çiller, Condaliza Rice olmadan.

Modern çağ kadını özgürleştirmeye devam ediyor ama kadın ikonlar nedense hep şov dünyasından. Düşünce, sanat, edebiyat dünyasının kadın ikonları yok. Dolaşıma girmiyor bunlar. Siz de bir düşünce kadını olarak düşüncelerinizle çok da dolaşımda değilsiniz.

 

Olmak ta istemezdim.  Ben kendimi emekçi olarak, hocalık yapan birisi olarak görüyorum. Ve üstelik yaptığım ufacık şeylerin bile olağanüstü takdir topladığını görüyorum şaşkınlıkla. Bunları Amerika’da, Fransa’da yazsaydım kimse dönüp bakmazdı. Burası böyle bir yer aynı zamanda. Entelektüel emeğin heyecanla karşılandığı bir yer. Amerika’dan filozof hocalarım dostlarım geldiği zaman, bir derginin Adorno özel sayısının 10 bin sattığını duyunca çok şaşırdılar. Bu Amerika’da düşünülemez bile dediler. Felsefe kitaplarının en çok 1000-1500 sattığını söylediler. Fransa’da bir kadının üniversitede var olması bizdekinden çok daha zordur. Üniversitelerinde çok az kadın vardır ve kendilerini kabul ettirmekte çok zorlanırlar.

Türkiye için ümit var gibi bir tablo çıktı ortaya.

Ben tabii biraz da kendi tecrübemden yola çıkıyorum ama bende şeytan tüyü yok nihayetinde. Bu ülkede kadına kapılar açılabiliyor. Kadınların pek çok Batı ülkesine kıyasla bu ülkede daha avantajlı olduklarını düşünüyorum.

 

Erkeklerin de özgürleşmeye ihtiyacı var dediniz. Modernlik yeni bir yaşam formu üretti. Bu yeni yaşam formu kadın ve erkeği özgürleştirirken aynı zamanda kadın ve erkeğe belli roller dayatmıyor mu? Ters giden bir şey yok mu yani?

 

Elbette ki.Bunu anlamak için biraz reklâm filmi izlemek yeterlidir. Bir tıraş bıçağı reklâmında kadın tıraş olan adamı gelip öpüyor. Bir adamın tıraş olması esasında onun sevgilisiyle olan ilişkisinden bağımsız bir şeydir. Adam traş olarak vücut temizliğine, bedenine özen gösteriyor. Erkeklere eğer o tıraş bıçağını kullanırsanız bir kadın gelip sizi öpecektir fikriyle satmaya çalışmak beni üzüyor ve kızdırıyor. Şampuan reklâmları mesela. Bir erkeğe kendi fikrini kabul ettirmek istiyorsan saçlarının dolgun görünmesi gerekir fikriyle şampuan pazarlanıyor. Bu ürünler karşıladıkları ihtiyaç ön plana çıkartılarak pazarlanmıyor.

Sattıkları şeyi bizim cinsiyetli varoluşumuzla, olanca sakilliğiyle ve hiç özgürleştirici olmayan bir şekilde ilişkilendiriyorlar. Bizi bir takım cinsiyet kalıplarına mahkûm ediyorlar. Kazanova bir erkek modeli pompalanıyor, erkek olmanın doğallığı budur ideolojisiyle. Bu, bir erkeğin kendini keşfetmesinin yollarını da kapatıyor. İkonlara dönersek, kadın ve erkek ikonlar çok yoksul ve hapsedici ve bizim hayatımız ne yazık ki bunlarla dolu. Bunlar yüzünden başka imkanlarımızla temas edemeden yaşıyoruz. Temas edemeyecek kadar da yoruluyor zihnimiz bu ikonografiyle.

Aynı zamanda kadın ve erkeği çok uzun mesailerle ve çok yoğun bir çalışma hayatına mahkûm ediyor. Modern kapitalist yaşam biçimi düşünce üretimine imkân veriyor mu?

Düşünmenin ne olduğunu bildiğimizden emin değilim. Kendi gerçekliğimizin içinde hayali bir takım ilişkiler vasıtasıyla konumlanıyoruz. İdeolojinin dışında var olamadığımız bir modern kapitalist sistem içinde yaşıyoruz. Bunların başında da düşünen özneler olduğumuz sanrısı geliyor. Kendimizi hem düşüncenin hem de yaşadığımız hayatın öznesi sanıyoruz. Hâlbuki düşünce belki de pek o kadar kolay ve sık rastlanan bir şey değil. Hatta bu düşünme faaliyeti ben’in işi bile olmayabilir; bir faaliyet bile olmayabilir. Hakiki düşünce belli bir ayrılığı, yalnızlığı varsayar; bize gelebilmek için kimliklerden ve aidiyetlerden sıyrılmamızı gerektirir. Filozoflara, şairlere kulak vermeyi, dinlemeyi bilmeyi gerektiriyor olabilir. Elbette bu tür bir açıklık düşüncenin apolitik olması, gerçeklikten kopuk olması sonucunu doğurmaz. İnsana, bir şeylerin kendisine “gerçek” diye dayatılışını sorgulama, tarihsel yazgısına temas etme ve bunun farkında olma imkânını veren de budur.

  1. Felsefe      nerede başlar?

Felsefe insanın bir imkânı olduğu için insanın yaşadığı, dünyayı mesken tuttuğu her yerde vardır. Eski Yunan’da bu imkân kendisini güçlü bir atılımla gerçekleştirmiştir, ama bence felsefe Anadolu’da yetmiş iki millet olarak ikamet edişimizi yansıtan şiirlerde, Afrika’nın köylerindeki bilgelerin söyleyişlerinde de mevcuttur. Felsefe bir anlam arayışı ise, dünyayı dünyalaştıran tüm söyleyişler ve bunların kavramsallaştırılması çabası felsefidir. Felsefe Yunan Latin Kilise diyarının bir ürünü olarak görülmek zorunda değildir.

  1. Felsefe      alabildiğine özgürlük gerektiriyor. Öyle değil mi? Düşüncenin yasaklandığı      bir yerde felsefenin boy vermesi mümkün mü?

Düşünce yasaklarla durdurulabilecek bir şey değil bence. Yayılması, dolaşması sekteye uğratılabilir belki, ama hissedilmesine, bilinmesine, akledilmesine yasaklarla engel olmaya imkan yoktur. Öte yandan, yasaklar olmadığı zaman herkesin düşünebileceğinin de bir garantisi yoktur. Felsefenin gerektirdiği özgürlük yasakların olmaması anlamında negatif bir özgürlükten fazlasıdır. Kendiyle yüzleşmeden geçen bir özgürlüktür bence. Sartre bir yerde, direniş günlerinden sözderken şöyle der: “Hiçbir zaman nazi işgali altında özgür olduğumuz kadar özgür olmadık.” Kendiyle yüzleşme yasaklara karşı direnişi de beraberinde getirdiğinde düşünmenin mümkün olduğu açıklıkta bulunuyoruz demektir.

  1. Popüler      felsefe kitapları da yayımlanıyor. Sofi’nin Dünyası mesela çok tutulmuştu.      Bu tür şeyler olmalı mı yoksa felsefenin olduğu yerden memnun mu      olmalıyız?

Sofi’nin Dünyası çocuklar için felsefe girişimi içinde önemli bir adımdı. Ben çocuklar için felsefe projesini takdir ediyorum. Annem Nuran Direk bu işle uğraşır. “Filozof Çocuk” adlı bir kitabı var, çocukların felsefeye başlaması için harika bir kitap. Felsefe çocukta zaten var, ancak okullardaki müfredat ve eğitimcilerin yetersizliği bu eğilimi yok ediyor. Çocuklar için felsefe, felsefenin olmazsa olmaz bir boyutu olan terapi boyutuna ait. Felsefenin bizi dönüştüren, kendimizle temas ettiren, kendimize yardım ettiren boyutudur bu. Şahsen ben eğer dünyaya, yaşadıklarıma katlanabilseydim felsefe yapmazdım. Felsefe bana gençliğimden beri kendimle, yaşamımla başa çıkma gücü verdi. Bu yüzden eğer iyi bir şeyler popülerleşebiliyorsa bu beni hiç rahatsız etmiyor.

 

About zeynepdirekblog

Prof. Dr. Koç Üniversitesi, Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi
This entry was posted in Röportaj. Bookmark the permalink.